Tarihi Coğrafya

Tarihi coğrafya Dünya’da XVIII. yüzyıl başlarında ortaya çıkmış, fakat ülkemize yüz elli yıldan biraz fazla gecikmeyle ilk defa XIX. yüzyıl sonlarına doğru girmiştir. Bu dönemde ülkemizde ilk defa, Ahmed Rifat ve Şemseddin Sami gibi büyük oranlarda batılı kaynaklardan çeviri yoluyla eser hazırlayanlar tarafından tarihi coğrafyanın tanımı yapılmış ve önemi vurgulanmıştır.

Coğrafi çalışmalarda üç farklı ölçekten bahsedilir; kartografik, metodolojik ve mekânsal ölçek. Kartografik ölçek, doğal ve beşeri unsurların harita düzlemine aktarılması sırasında kullanılan küçültme oranıdır. Metodolojik ölçek, coğrafi araştırma konusunun niteliğine ve amacına göre çalışılmak istenen alanın sınırlanmasıyla ilgilidir. Mekansal ölçek ise, belirli bir mekan/alanın
boyutlarını ve algılanmasını ifade eder. Mekansal ölçekle ilgili dikkat edilmesi gereken en önemli husus, olayların çalışıldıkları ölçeğe bağlı olarak farklı anlam içermeleridir. Mekansal ölçek bağlamında coğrafya eğitiminin en önemli amaçlarından biri, öğrencilerin kendi yaşamları ile yerel, ulusal, bölgesel ve küresel ölçekte gelişen coğrafi olaylar arasında bir bağ kurmalarını sağlamaktır.
Ölçek sorunu coğrafi düşünüş için esastır; aynı olayın farklı ölçeklerde incelenebildiğini açıklayan bazı coğrafyacıların tersine, bunların farklı ölçeklerde kavranıldıkları için farklı olaylar olduklarının bilincinde olmak gerekir.

Basit bir ifadeyle “geçmişin bilgisi” ne ve daha genel bir tanımla, “olayların seyrinden, maddenin ve eşyanın geçmişinden ve mevcut durumundan bahseden her yazı ve her hikâye” ye tarih adı verilmektedir. Ancak tarih, çeşitli tarihçiler tarafından farklı yönleri dikkate alınarak tekrar tekrar tanımlanmıştır. Zira tarih olay ve olgulardan meydana gelmektedir ki, bir zaman dilimi içinde meydana gelen olaylara tarihi olay; bu olayların uzun zaman içinde kanunlara dönüşmesi, yeni bir hal
alması ve insana tesir etmesine de tarihi olgu denir. Mesela, 1789 Fransız ihtilali bir tarihi olaydır. Ancak bu ihtilalden sonra, ihtilalin tesiriyle yeni siyasal sistemlerin oluşması ve Dünya’yı etkilemesi tarihi olgudur.
Yaygın bir şekilde tarih, “geçmişte yaşamış insan topluluklarının yapıp ettiklerini yer ve zaman göstererek belgelere dayalı bir biçimde anlatan bilim dalı” biçiminde tanımlanır. Bu tanımlamada, mekan/yer ve zaman kavramları dışında diğer önemli bir vurgu; tarihin belgeye dayalı olarak yapılmasıdır.

Tarihe konu olan uygarlıkların hemen tamamı, deniz sahilleri, nehir ve göllerin etrafında ya da verimli vahalarda gelişmişlerdir. İnsanoğlu barınma ve beslenme ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri elverişli yerlere yerleşim mekânları kurarak uygarlıkların temellerini atmışlardır. Mesela, Fırat ve Dicle nehirleri Mezopotamya, Nil nehri Mısır medeniyetlerinin doğuşunu sağlamışlardır.
Barzun ve Graff’ın belirttiği gibi, yapılan her araştırma, hazırlanan her metin aslında bilinçli veya bilinçsizce hazırlanmış bir tarihtir.

Coğrafya biliminin nerede, nasıl ve ne zaman doğduğunu ve doğuşundan bugüne kadar nasıl bir gelişim sürecini izlediğini araştıran bilim dalına ‘coğrafya tarihi’ denilmektedir.
Eratosthenes’in, dünyanın yuvarlaklığına inandığını ve hatta şaşırtan bir kesinlikle dünyanın çevresini (250.000 stadium, bir stadium 158 m olduğuna göre 39.816 km olarak) hesapladığını biliyoruz. Çok yönlü bir bilim adamı olan Eratosthenes, aynı zamanda kitabında “dünyanın-yeryüzünün tasviri anlamında “coğrafya” sözcüğünü başlık olarak kullanan ilk kişi”, yani coğrafyanın isim babasıdır.
Herodothos (MÖ. 485-425), sadece tarih biliminde değil, coğrafya biliminde de ileri bir seviyede idi. Heredothos, o dönemde yerleşilen ve bilinen dünyanın bir tasvirini yaparak; dünyada yaşayan halkların adlarını sayıp, geleneklerini betimleyerek, coğrafî görüşlerden biri olan ‘bölgesel coğrafya’ fikrini ortaya attı.

Amasyalı Strabon (MÖ. 63-MS. 21) dönemin bilinen dünyasını gezerek ‘tasvirci’ bir yaklaşımla gördüklerini kaydetmiştir. Matematiği coğrafya yanında bölgesel coğrafyadan da bahseden, dolayısıyla her iki alanın da temsilcisi olan Ptolemaios (MS. II. yüzyıl) (İslam literatüründe Batlamyus) uzun süre temel coğrafya eseri kabul edilen ‘Geographike Hyphegesis/Coğrafya Kılavuzu’ adlı kitabında; Dünya’nın tasviri yanında harita yapımı üzerinde de yoğunlaşmıştır.
Biruni bütün bu gayretlerden sonra matematiği coğrafyanın ilk ve bilinen tek temel kitabını yazdı.
1. Ünite - Temel Kavramlar ve ilgili Alanlar 15 Müslümanlar Biruni’den sonra boylam derecelerinin ölçümü için üç yeni metot daha buldular.

Daha X. yüzyılın ilk yarısında iber yarımadasından batıya doğru yol alarak Asya’ya ulaşmak için seferler yapılmıştı. Aynı maksatla başka seferlerin XIII. yüzyılda Batı Afrika sahillerinden yapıldığını biliyoruz. 1420 yılında Hint Okyanusu’ndan kalkıp Karayip adalarına ulaşan Arap gemisinin gidiş ve dönüş yolunu çok iyi biliyoruz. Onların yaptıkları Doğu Brezilya haritasını, Portekizliler 1511 yılında bir

Müslüman gemisinden ele geçirerek bize kadar ulaştırdılar. Müslümanlar çok büyük bir ihtimalle X. yüzyılda Avustralyayı tanıdılar. XII ve XIII. yüzyıllarda Afrika'nın güneyinden Güney kutup karalarına kadar uzandılar.

Dikkatle ölçülen enlem-boylam derecelerine göre harita yapma işi Avrupa’ da XVIII. yüzyılda başladı. Beşeri coğrafyaya gelince, İslam kültür dünyasında bu dalda XVII. yüzyıla kadar ulaşılan düzeye Avrupa’da XX. yüzyılda rastlanabileceği inancı bende uyanmış bulunuyor.
Osmanlı döneminde coğrafya bilimine gerekli önem ve ilginin gösterilmediği, doğurduğu birçok sonuçtan da anlaşılmaktadır. Başta bu konu gelmekle birlikte, Osmanlı medreselerinde coğrafya biliminin okutulmaması ve Osmanlı’da bilim adamı olmanın uzun ve meşakkatli bir yola ihtiyacı olması vb. nedenlerle yetişen bilim adamları arasında coğrafyacıların payı hep düşük kalmıştır (Gümüşçü, 2010: 102). Fakat bu değerlendirmeler Piri Reis, Ali Macar Reis, Kâtip Çelebi, Dımeşki, Evliya Çelebi ve İbrahim Müteferrika ve diğerleri gibi hem Türk coğrafya tarihi hem de Dünya coğrafya ve haritacılık tarihinde önemli yer tutan isimlerin yok sayıldığı anlamına gelmemelidir.
Darwin’in görüşlerini Malthus’unkilerle (1766-1834) sentezleyerek “sosyal Darwinizm” teorisini oluşturan H.Spencer (1820-1903), toplumların hayatta kalabilmek için birbiriyle mücadele etmesi gerektiğini ve güçlü olanın varlığını sürdürebileceğini öne sürmüştür.

İ. Atalay ise paleocoğrafya yı; ‘geçmiş dönemlerdeki doğal ortam koşullarını öğreten bir bilim dalıdır’ şeklinde ifade etmektedir.

Günümüzü araştıran coğrafya çağdaş/modern coğrafya, geleceği araştıran planlama coğrafyası/ coğrafi planlama adını alırken, geçmişi ele alanı da paleocoğrafya ve tarihi coğrafya olarak -kendi içerisinde iki kısımdan meydana gelmektedir 
Beşeri coğrafya, psikoloji ve tarihten ayrı bir bilimdir ve kişilerle ilgilenmez ama insanın yaptığı yapıtlarla ve kültürlerle ilgilenir. Hayat tarzlarındaki yerelleştirme veya standart problem olarak tanımlanabilir.
Çağdaş coğrafyanın tarihi coğrafyaya göre tek üstünlüğü Sauer’in de belirttiği üzere “şimdiki durumu araştırmanın kesin olan tek avantajı incelenmeye açık olmasıdır”.
Kısaca “geçmişin coğrafyası” anlamın a gelen tarihi coğrafya ise, “modern coğrafya ilke ve yöntemleri ile geçmişte bir mekânın araştırılması” demektir.

Heredothos’un MÖ. V. yüzyıldaki yazıları, özellikle Nil Deltası’nın nasıl oluştuğunu ele alan açıklamaları tarihi coğrafyanın ilk örneği veya ilk habercisi sayılabilir.

Orta çağ İslam coğrafyacılarından bazıları aynı zamanda tarih, astronomi vb. alanlarda eser yazmışlar, bazılarında hepsini bir arada almışlar ve böylece özellikle tarih-coğrafya yakınlığı ve kaynaşmasının örneklerini sunmuşlardır. Mesela, Yakut (ö. 1229) eserlerinde tarih ile coğrafya arasında yakın bir ilişki bulunduğunu ileri sürmüştür. Ömeri (ö. 1349) tarafından telif edilen ‘Mesalikü’l-ebsar fi memaliki’l-emsar’ adlı ansiklopedik eser, tarih ile coğrafya konularına ayrılmıştır. Hemedani’nin (ö. 1318) ‘Cami’ut-tevarih’ adlı eseri, tarihi coğrafya sahasında da bilgiler ihtiva eder İslam bilim adamlarından Biruni (973-1050) tarafından kaleme alınan, “Kitab-ı Tahkik ma li’l-Hind” isimli kitap, bu anlamda da önemli bir çalışma sayılmalıdır.


Coğrafyacılar bilimsel bir toplantı amacıyla ilk defa 1871 yılında Anvers’teki I. Coğrafya Kongresi’nde toplandılar. Bu kadar erken toplanan coğrafya bilim camiası, zamanla örgütlenerek 1922 yılında IGU-Uluslararası Coğrafya Birliği’ni kurdu. Bu örgütün yaptığı ilk kongre 1925’te Kahire’de yapılan XI. Coğrafya Kongresi’dir.

Türkçe ’de tarihi coğrafyadan ilk bahsedenlerden biri tarihçi ve coğrafyacı Ahmed Rifat’tır. Ağlıkçızade Ahmed Rifat, 1881 yılında basılan 7 ciltlik “Lügat-ı Tarihiye ve Coğrafiye” isimli ansiklopedik sözlüğü içinde tarihi coğrafyayı da bulunduracak bir şekilde coğrafyayı şöyle tanımlamaktadır: “Coğrafya; küre-i arzın ahvâl ve keyfiyetinden bahs eder bir ilim olub aksam-ı adideye taksim olunmuşdur.

Celal Nuri [ileri] (1881-1938) tarafından 1918 yılında hazırlanan ‘Coğrafyayı Tarihi Mülk-i Rum’ isimli kitap, ülkemizde bir Türk tarafından hazırlanmış tarihi coğrafya alanında ve tarihi coğrafya adını taşıyan ilk çalışma niteliğindedir.

Coğrafyacı olup da, geçmişten kalan belgelere yani birinci el arşiv malzemelerine dayanarak tarihi coğrafya çalışan ilk Türk coğrafyacı Mesut Elibüyük’ tür.

Tarihi coğrafya adını kullanmadan bu alanda yapılan çalışmaların ilk örnekleri, Eski Yunan dönemindeki meşhur coğrafyacılara kadar uzanır. Herodothos ile başlatılabilecek bu tarz çalışmalar, Ortaçağ İslam coğrafyacıları tarafından devam ettirilmiştir. Yakut, Ömeri, Biruni ve ibn Haldun gibi müellifler tarafından kaleme alınan ve coğrafya dışında tarih, sosyoloji ve diğer disiplinlerden de bilgiler içeren kapsayıcı eserler bu açıdan en güzel örnekleri oluşturmaktadır. Ama bu ismin kullanımı ilk defa Avrupa’da ve XVIII. yüzyıl başlarında Edward Wells eliyle gerçekleşmiştir. Wells, Hıristiyanlığın kutsal kitapları Eski Ahit ve Yeni Ahit’te geçen yer ve yerleşmeler üzerine yaptığı çalışmalara “tarihi coğrafya” adını vermiş ve sonraki müellifer tarafından da aynı isimlendirme benimsenince yaygınlaşarak günümüze kadar kullanılmıştır.

Coğrafya teriminin kullanılmaya başlaması ve bu alandaki önemli çalışmalar ilk olarak Antik Yunan’da karşımıza çıkmaktadır.

Tarihi coğrafyacı çalıştığı bölgede araziye çıktığında, bugünde yaşayan geçmişi görebilmeli, onu diğerlerinden ayırt edebilmeli ve geçmişten gelenin dışa dönük sırlarını iyi okuyabilmelidir. Geçmişin yeniden kurulabilmesi için ona ait kalıntılar oldukça önemlidir. Bunların başında yazılı belgeler gelir ki, bunlar ciddi bir arşiv çalışması gerektirmektedir. Eğer yazılı belge kalmamışsa o zaman mekândaki kültürel unsurlara başvurma zorunluluğu doğacaktır. Bunlar insan izlerini taşıyan her türlü kültürel unsurlardır.

Orta Anadolu’da halk arasında ‘harabe otu/mezarlık otu’ olarak ta bilinen ve karakteristik bir step bitkisi olan üzerlik otu/Peganum harmala, sadece insan atığı bulunan ve insanlar tarafından kullanılmış yerlerde yetişmektedir.

İnsanoğlunun Dünya’da ortaya çıktığı ve değişik sahalara yayıldığı ortamlar aynı zamanda yeryüzündeki ilk mekanlardır.

Günümüzden M.Ö. 3500 yılına kadar yazılı kaynaklara ulaşılmış olup bundan önceki döneme
“Pre history” yani “Tarih öncesi” denilmektedir.

Köken itibariyle Yunan ve Latin dillerine dayanan arşiv terimi benzer formlarda günümüz batı dillerinde kullanılmakta olup Türkiye Türkçesi’ne de bu diller vasıtasıyla geçmiştir. Bu sözcüğün Osmanlı Türkçesi’ndeki karşılığı evrakların toplandığı yer anlamına gelen “Hazine-i Evrak”tır (Gedikli, 2000: 205). Bilinen en eski arşivler Mezopotamya şehirlerinde ve günümüzden 2500 yıl öncesine aittir. Mısır ve Eski Yunan’da da devlet arşivlerine rastlanmakta olup Roma İmparatorluğunda bu faaliyetler oldukça gelişmiştir. Ortaçağ’da ise arşiv, özellikle Halife Hz. Ömer zamanından itibaren “sicil” geleneği ile İslam dünyasında kurumsallaşmaya başlamıştır. Abbasilerde “Hazine-i Evrak” dairesi kurulmuş ve bu diğer İslam devletleri ve Osmanlı’da da devam etmiştir. Kurulan Türk devletlerinden Turfan Uygur’larındaki arşivcilik Alman Türkologlar tarafından gün ışığına çıkarılmıştır.

Ülkemizdeki resmi anlayışa göre üzerinden en az elli yıl geçen belgeler tarihi 98 Tarihi Coğrafya Arşiv: Macar bilgin Horcog Jozsef, arşivi “Resmi veya yarı resmi her hangi bir daire, cemiyet, aile ve şahısların faaliyetleri sonucunda ortaya çıkan ve tanzim edilmek üzere kendilerinde bulunan yazıların tamamıdır” ifadeleriyle açıklamıştır. Kavram olarak geçmişi ifade ederken bundan sonrası da tarihi kavram olarak günümüz-çağdaşı ifade etmektedir.

Ülkemiz coğrafyası ile ilgili yabancı tarihi coğrafyacıların yaptığı çalışmalar dönem olarak genelde Selçuklu öncesi ve özelde de Helenistik döneme ait zamanlarda yoğunlaşmaktadır.

Tarih ve coğrafya arasındaki farkı en güzel açıklayanlardan birisi Hartshorne’ dır. Ona göre tarih anlatır ve zamanı kendine konu edinmiştir, coğrafya ise tanımlar ve mekânı konu edinmiştir. İkisi bir araya geldiğinde ortaya çıkan ise hareketli bir resim gibidir, yani gözümüzün önünde bir mekana ait olan film şerididir.

Toplumların sahip olduğu uygarlıkların sınırları vardır. Bu sınırlar “aktif sınır” ve “gerçek sınır” olarak ikiye ayrılır. Giderek büyüyen medeniyetler aktif sınırlara sahiptir. Medeniyetin gerçek sınırı ise o medeniyeti kuran lider kültür tarafından belirlenir (Sauer, 1941: 22-23). Aktif sınırlara sahip olan medeniyetler siyasi sınırları aşıp başka yerleri de etkileyebilmektedir.

Bulgar kültürünün Doğu Roma karşısında eriyip yok olması buna örnek olabilir ve tarihi coğrafyacı kültürel unsurları değerlendirirken bu gelişimi görmemezlikten gelemez.

Ekonomik gücü bulunan devletler çevresine daha fazla hakim olup onun üzerinde silinmez izler bırakabilmişlerdir (Sauer, 1941: 10-11). Günümüzde Mısır, Yunan ve Roma medeniyetinin uzun yıllar geçmesine rağmen kendilerinden söz ettirebilmeleri aslında onların ekonomik ve sosyal gücünün büyüklüğünün de bir ifadesidir. Nitekim Herodothos ’un Mısırla ilgili görüşleri ve ibn-i Haldun’un yeryüzünde “yedi bölge” tasnifi de bu görüşü desteklemektedir.

Bütün farklılıklara rağmen genel hatlarıyla tarihi coğrafya, “modern coğrafya ilke ve yöntemleri ile
geçmiş bir mekânın incelenmesi” olarak tanımlanabilir.

Bir malzemenin kaynak olabilmesi için ya devrinde vücuda getirilmiş olması ya da devrine yakın bir zamanda ve devrinin kaynaklarından faydalanılarak meydana getirilmiş olması gerekir. Birinci gruba giren malzemelere “ana kaynak” adı verilir ve tarih araştırmalarında son derece önemlidir. İkinci grup kaynaklar ise, birincilerin bulunmadığı hallerde önem kazanırlar ve bunlar ana kaynaktan faydalanılarak meydana getirildiklerinden “birinci elden kaynak” olarak tanımlanırlar.

ilk yazı, Mezopotamya’da yaklaşık, M.Ö. 3.500 yıllarında kullanılmaya başlamıştır. Yazının icadı o
kadar önemli olmuştur ki, insanlık tarihinde yeni bir dönemi başlattığı kabul edilmiştir. Bu durumda, Tarih Öncesi dönem kaynakları denildiği zaman, yazının icadından önceye ait bütün kaynaklar anlaşılmalıdır ve bunlar, yüzeyden ve arkeolojik kazılardan elde edilen veriler olmak üzere iki kısımda değerlendirilebilir.

Geçmişe ait kolayca ulaşılabilen üç tür yerleşme biçimi vardır; höyükler, Tümülüsler ve mağaralar. Höyükler, Mezopotamya ve İran’da olduğu gibi Anadolu’da da, evlerin tarih öncesi çağlar boyunca kerpiçten yapılması ve kültür katlarının zamanla üst üste yığılması sonucunda, topraktan büyük tepelerin oluşmasıyla meydana gelmişlerdir. Mezopotamya’da “tell”, İran ve Türkiye’de “tepe” de denilen bu tür yerleşme birimlerini, Türk halkı “höyük/üyük” olarak isimlendirmiştir.

Tümülüsler ise, höyük gibi yapay tepecikler olup, kral, kraliçe, prens ve prensesler gibi önemli kişiler için yapılmış yığma tepe şekilli anıt mezarlardır. Bunlar, bir defada yapay olarak oluşturulan, küçük ve sivrice, anıt mezar özelliğindeki tepeler olarak dikkati çekerken, höyükler belki binlerce yıllık bir zaman diliminde, yerleşme merkezlerinin üzerinin toprakla kapanmasıyla oluşurlar.
Arkeolojide bu tür maddi kültür kaynaklarına “kalıntı”; yüzey araştırması ya da kazı sonucu ortaya çıkartılanlara da daha çok “buluntu” adı verilmektedir.

Arkeolojik verilerden yola çıkarak, geçmiş toplumların, sosyal, siyasal, ekonomik, dini ve kültürel yaşantıları hakkında bilgi sahibi olunabilir.

Tarihi dönem denildiğinde, yazının icadıyla başlayıp, günümüze doğru uzanan yaklaşık 5.500 yıllık zaman dilimi anlaşılmaktadır.

Tarihin bilinen ilk yazılı belgeleri Sümerler tarafından M.Ö. 3500’lerde çivi yazısı ile yazılmıştır. Hititler ’in başkenti Hattuşa’da (Boğazkale) yapılan arkeolojik kazılarda bugüne kadar yaklaşık 25.000 çivi yazılı tablet bulunmuştur.

Hattuşa’nın doğusunda, yine bir Hitit merkezi olan Maşathöyük’deki kazılarda da bir arşiv bulunmuş ve buradan da yazılı belgeler çıkartılmıştır. Hitit dönemine ait bir başka arşiv de Çorum/Ortaköy’deki fiapinuva’da yapılan kazılarda ortaya çıkartılmıştır. Burası, Anadolu’nun Boğazkale ve Maşat ’tan sonraki üçüncü büyük Hitit arşivi kabul edilmekte ve içinde 3.000’den fazla tablet bulunmaktadır
(Gümüşçü, 2010: 235-236). Urartular’ ın Hurri dilinin bir lehçesini konuştukları ve çivi yazısını kullandıkları, en önemli kitabelerini taş levhalar üzerine bina bloklarına veya kayalar üzerine yaptıkları bilinmektedir.

Türkiye’de araştırmacıların en fazla müracaat ettiği Osmanlı Arşiv’ inde, defter ve dosya
usulüne göre tasnif edilmiş, farklı tarihlere ait 150 milyona yakın belge bulunmaktadır. Benzer belgeler, diğer Türk ve İslam devletlerinde de mevcut olmasına rağmen günümüze pek ulaşmadığından belirtilen arşiv malzeme türü ağırlıklı olarak Osmanlı dönemine aittir.

Osmanlılar, bir yeri fethettiklerinde o bölgeye yetkili bir emin gönderip nüfus ve gelir kaynaklarını ayrıntılarıyla araştırıp deftere geçirirlerdi. Bu defterler, dışarıdan müdahaleyi engellemek adına, o dönemde de az sayıda kişinin bildiği “siyakat” hattı ile yazılmıştır.

Tahrir defterlerinin her bakımdan ayrıntılı olanına mufassal, yalnızca idari teşkilata göre vilayet, sancak, kaza, nahiye, köy ve mezraa isimlerini ve toplam gelir/hasıl miktarlarını, timar sahibinin adını içeren, yani özetlenmiş olanına icmal ve iki tahrir arasındaki değişikliklerin kaydedildiği defterlere ise derdest ve ruznamçe adı verilmektedir. Ayrıca vakıflarla ilgili kayıtların yer aldığı evkaf (vakıflar) defterleri de bu seri içinde önemli bir yere sahiptir. Arşivlerde, ilki 1431 Arnavutluk sonuncusu da 1711 Rodos ve 1726 Erdebil ve Tebriz tarihli defterler bulunuyorsa da, tahrir defterlerin büyük kısmı XV. yüzyıl ortalarından XVI. yüzyıl sonlarına kadar olan döneme aittir. “Tahrir Çağı” olarak da adlandırılan bu döneme ait defterlerle, Osmanlı tarihinin idari, askeri, iktisadi, sosyal ve kültürel durumuna ait oldukça önemli veriler elde etmek mümkündür.

Osmanlılarda haritacılığın geçmişi XV. yüzyıl başlarına kadar gitmektedir fakat bugün Osmanlı Arşivi’nde en erken tarihlisi 1739 yılına ait olmak üzere toplam 720 harita bulunmaktadır.
İslam sanatında minyatüre “tasvir”, minyatür sanatçısına “musavvir” veya “nakkaş” adı verilmektedir.

Osmanlı topraklarını ziyaret eden ilk fotoğraf çeken seyyah, Frederic Goupil Fesquet (1806-1893) olup takiben, J. Robertson, F.Beato, J. P. G Prangey ve diğerleri belirtilmelidir (Özendes, 1999: 499-507).
Takvimler, önemli siyasi ve tabi olayların kronolojik olarak günü gününe tutulduğu cetvellerdir. Öncekiler gibi islam devletlerinde de olayları kaydetme geleneği vardı ve Selçuklular, Timurlular ve Osmanlılar ’da da bu usul devam etmiştir (Kütükoğlu, 1998: 23).

Batı dillerinde chronicle olarak adlandırılan vekayiname türü eserlerin ilki, Kayseri Piskoposu Eusebios (M.S 266-339) tarafından kaleme alınmıştır. Eusebios, 325 yılına kadar gelen olayları anlatan ve “kronik” adıyla bilinen bir dünya tarihi yazmış olup bu tür tarih yazıcılığının ilk örneği kabul edilmektedir.


Türk seyyahlardan da bahsetmek mümkündür. Bunlar içinde hemen herkesin ilk aklına gelecek seyyah, Evliya Çelebi olup XVII. yüzyıl Osmanlı toprakları ve çevresi ile ilgili 10 ciltlik muazzam bir eser bırakmıştır. Bu nedenle Evliya Çelebi ve eseri tek başına araştırılacak kadar önemli ve geniştir. Evliya Çelebi’den daha önce, belki de ilk Türk seyyah kabul edilebilecek kişi yakın zamanlarda ismi tespit edilen Hace Hatib Mahmud’dur. O, XVI. yüzyıl başlarında, muhtemelen 1531-32’den sonra ilk Osmanlı seyahatnamesi olan Seyahatü’l-Kübra ve Müfredatü’lEtibba isimli eseri yazmıştır.
Toplamda 505 adeti bulan ve Osmanlı döneminde basılan ilk vilayet salnamesi 1866 Bosna Vilayet Salnamesi, sonuncusu ise 1921-22’de yayınlanan Bolu Livası/Sancağı Salnamesi’dir.
Devletin ilk resmi gazetesi Takvim-i Vekayi 1831’de, resmi olmayan ilk Türkçe gazete Ceride-i Havadis ise bir ingiliz tarafından 1840’da yayınlanmaya başlamış; bunu diğer gazeteler ve dergiler
takip etmiştir.

Menkıbelerin zamanla yazılı hale gelmesi menakıbname olarak adlandırılan, sözlü kaynağın yazılı kaynağa dönüşen türünü ortaya çıkarmıştır.

(Kütükoğlu, 1998: 20). Tasavvuf akımlarının gelişmesiyle yaygınlaşmaya başlayan menakıbnameler ilk defa X. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Yazıldıkları dönemin dini,sosyal ve siyasi özelliklerini de yansıtan bu eserler, Türkler arasında XIII. yüzyıldan itibaren görülmeye başlanmıştır. Türk edebiyatında ilk menakıbname, Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han etrafında yazılan Tezkire-i Satuk Buğra Han isimli eser olup Türk edebiyatında 100’ün üzerinde menakıbname mevcuttur.
Genel hatlarıyla M.Ö. 3500’lerden itibaren başlayan zamana “tarihi dönem” adı verilmekte olup önceki dönemden farkı, artık insanların faaliyetlerini yazı ile ifade etmeleridir.

Karbon-14 ile yaş tayini, yaklaşık son 50.000 yıla ait organik madde içeren buluntular için geçerlidir. Bu metot, kemik gibi organik kalıntılar, bitki kalıntıları, yakın geçmişte insanoğlu tarafından kullanılan kıyafet, ahşap malzeme gibi örneklerin yaş tayininde kullanılır.
Dendrokronolojik araştırmalar, ağaçların yeterli suyu alması durumunda halkalarının genişlediğini, suyu az alması durumunda da daraldığı sonucundan yola çıkarak, geçmiş yüzyıllardaki çevre ve iklim şartları, yağış ve kuraklık durumları gibi konular hakkında bilgi edinilmesine katkı sağlamaktadır.
Yapılan ölçümler yaklaşık son 800.000 yılda on buzul çağı ve on buzul arası dönem yaşandığını göstermiştir.
Son yirmi yılda gelişen coğrafya/mekan tartışmalarından çıkan belki de en önemli sonuç, toplumsal teorinin insan varlığının en temel unsurları olan zaman ve mekana eş derecede önem verecek şekilde yeniden yapılanması gereğidir.

Aristoteles’te gerek kategori olarak gerekse de doğa felsefesinin önemli bir konusu olarak açımlanan mekan, Descartes’ta cismin temel özelliği halini almakta, Kant ise onu her türlü deneyden önce gelen, görünün sübjektif bir formu olarak incelemektedir.

Büyük İslam alimlerinden Farabi’de, mekan tanımı biraz daha belirginleşmektedir. Filozofa göre “kuşatan cismin iç yüzeyi ile kuşatılan cismin dış yüzeyine mekân” denir. Buna göre evrenin ötesinde onu dıştan kuşatan bir şey bulunmadığına göre evrenin mekânı yoktur.

Eğer bir bölgedeki tarih öncesi bitki türleri polen çalışmaları aracılığıyla geçmişe dair kurgu yapmaya imkân veriyorsa, o bölge tarihi coğrafya çalışmaları açısından uygun bir alan olarak düşünülür.

Eski Çin imparatorluğu da kıta kenarında gelişmişti ve Asya içinde kuvvetlenen eski Türk imparatorluklarının Çin ile mücadelesinde, kenarda kalan sahayı ele geçirmek arzusu, büyük ölçüde
rol oynamıştır. Gerçekten Hunlar’ın Çin’e akınlarındaki sebeplerden biri de Çin imparatorluğu idarisindeki kenar sahalarda üstünlük sağlamaktı

Tarihte ilk büyük medeniyetler, ilk büyük devletler, Mısır, Mezopotamya, indus bölgesi ve
Orta Asya gibi çöllerde ve kurak bölgelerde gelişmiştir. ilk büyük devletlerin ve siyasi organizasyonların çöller ve kurak bölgelerde doğmasında suyun büyük rolü olmuştur. Bu sebepten dolayı ilk büyük siyasi topluluklara “hidrolik medeniyetler” de denilmektedir.

Yorumlar

BELGESELLER

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eğitim Tarihi özetleri

Modern Ortadoğu tarihi özetleri