Eğitim Tarihi özetleri

Bilgi, beceri ve tutumları kazandırmadaki kritik rolü dolaysıyla eğitim tarihi dersi, 19. yüzyıldan beri öğretmen eğitimi Programlarında da yer almaktadır.

Türkiye’de Tanzimat’tan itibaren eğitim tarihi, öğretmenlik meslek bilgisi dersleri kategorisinde bağımsız bir ders veya ilgili bir dersin içinde konu olarak yer almıştır.

İnsanların gelişim ve dönüşüm tarihi, büyük ölçüde 19. Yüzyıl’ın Avrupalı tarihçileri ve sosyal bilimcileri tarafından adlandırılmış ve tasnif edilmiştir. Buna göre Yazının bulunmasından Roma devletinin MS 375 Yılında ikiye ayrılışına kadar olan dönem, Eski Çağ yâda ilk Çağ (Antik Çağ)olarak adlandırılır.


Arkeolojik kaynaklardan edinilen bilgilere göre insanlığın yazılı tarihi MÖ 8000 tarihlerine kadar gider. Ancak toplumsal hayatın farklı yönlerine ilişkin bilgiler, yazının icadından sonraki dönemler için söz konusudur. Yazının ilk olarak MÖ 3000-3500 seneleri arasında Sümerler tarafından keşfedildiği bilinmektedir.

Bugünkü anlamda eğitimin bir kamu hizmeti hâline gelmesi, toplumdaki bütün bireyleri ve aileleri ilgilendirmesi, devlet okullarının açılması ve eğitimin hemen herkes için bir ihtiyaç hâline gelmesi büyük ölçüde 18. yüzyıl sonrasında meydana gelmiştir. Bu icadın adı “modern eğitim” dir.
Tarihçi Herodot, Eflatun ve Aristo, matematik ve geometriyi icat edenlerin Mısırlılar olduğunu söylemişlerdir.


Yahudi şeriatının kutsal metni olan Tevrat’ın okunduğu, yorumlandığı ve toplum yararına hükümlerin çıkarıldığı Haham okulları, İbranilerin en önemli eğitim kurumlarıdır. 15-16 yaşını bitiren çocuklar buraya alınırlar ve sıkı bir dinî eğitimden geçirilirlerdi.

Halk dilinde halkla karşı karşıya olan ve Tanrı ile ilişki kurduğunu iddia eden tek aracı Şaman’dı. Devlet dininde ise başrahip, hükümdarın bizzat kendisiydi.
Bunun yanında bir de hiyeroglif yazısı kullanmışlardır. Çivi yazısı daha çok devletin resmî işlerinde, diğeri ise halkla ilgili konularda kullanılmıştır ki buradan, en azından halkın bir kesiminin de okuma yazma bildiği anlaşılmaktadır.
Friglerin eğitim tarihi açısından önemli görülen özelliklerinden biri, onlara ait oyuncakların bulunmasıdır. Bu kültürde oyuncağın bir eğitim aracı olarak kullanıldığına dair yorumlar yapılmaktadır.
Bir diğer Anadolu medeniyeti olan İonyalıların ticarete önem verdikleri, bilim ve kültür işleriyle ilgilendiklerine dair bulgular vardır. İonya’ da ticaretin de desteğiyle yüksek bir kültür ve bilim ortamı oluşmuştur İon medeniyetinde dinî tapınakların dışında bir eğitim ve bilgi ortamının oluştuğuna dair bilgiler vardır ki bu son derece anlamlıdır.

Eski çağlarda Çin’de çocukların nasıl eğitileceğine dair kitaplar yazılmıştır. Öyle ki bu kitapların dünyanın ilk pedagojik kitaplarından olduğu kabul edilir. Örneğin MÖ 2200 dolaylarında yazılan fioking adlı çocuk eğitimi kitabında ülkede hizmet eden bir eğitim bakanlığından bile bahsedilmiştir. Yazının yanında matematik, konuşma ve hitabet eğitimi de verilen derslerdendir. Müzik, şarkı ve danslı oyunlarla süsleme, porselen ve çini sanatlarına dair mesleki ve teknik beceriler de eğitimin temel konuları arasında yer almıştır. Ancak bunlar arasında en çok üzerinde durulan ahlak dersiydi.
Çinli çocukların ahlak anlayışları bu öğretiler doğrultusunda şekillenmiştir. Eğitim, kültür, sanat ve bilim dünyasını köklü biçimde etkileyen kişilerin başında Lao-tse gelir.

Hint krallarından Rama’nın çocuk eğitimiyle ilgili yazdığı bir kitap, pedagoji tarihinin ilk çocuk psikolojisi eseri olarak kabul edilir.
Buda’ya göre doğrunun beş ayrı prensibi olup bu ilkeler Hint eğitiminin felsefesini oluşturur:
1. Canlı olan hiçbir şeyi öldürmemek.
2. Başkasının karısına, kızına dokunmamak, saygı göstermek.
3. Başkasının malına dokunmamak.
4. Yalan söylememek.
5. Sarhoş eden her türlü içkiden sakınmak.

Protagoras kendini “sofist” olarak adlandırmıştır. Sofist, “bilgelik öğreten”, “bilgelik taslayan” anlamlarında kullanılmıştır. Ancak temelde, Atina’da para ile ders veren gezgin öğretmenler grubuna verilen bir isim olmuştur.

Sofistlerin ana ilkesi, “her şeyin ölçüsü insandır” prensibine dayanır. Buna göre, herkes için geçerli bir hakikat yoktur. Tanrılara şüpheyle bakılır, insanın dış âlemle iletişimi duyum ve algılardan ibarettir. Dünyada sabit gerçeklik yoktur. Her şey her an değişmektedir.

Gramer: Bir dilin doğru ve etkili bir şekilde kullanılabilmesi için gerekli teknik bilgiler.

Retorik: Doğru, güzel, etkili, ikna edici tarzda konuşabilmenin yöntemleri.

Diyalektik: Bir konuyu karşılıklı konuşma ve tartışmada zihnî kıvraklık.

1. İroni: Bir hakikati alaylı yollarla, bilmemezlik ve cahillik ayaklarına yatarak karşısındakine hissettirme sanatıdır. Bu metodun tarihte bilinen en büyük ustalarından biri hatta ilki Sokrat’tır.
Platon, felsefe dünyasında “ideler dünyası” metaforuyla meşhurdur. O, görüntülerin gerisine erişilince ulaşılacak şeylerin özüne, “gerçek varlık” niteliği atfeder.

Aristo ya göre eğitimin amacı; insanı içinde yer aldığı toplumun ya da devletin erdemli bir üyesi hâline getirmektir. İnsan, ancak bu şekilde eğitilirse hem kendisi hem de toplum mutlu olur. Böylesi bir eğitim, ancak akla bağlı yönlerle tutkulara bağlı yönlerin senteziyle mümkündür.

Eğitimi zihnî ve ahlaki erdemler olarak iki kısma ayırır. Zihnî erdemler, bilgelik, güzel sanatlar ve pratik kavrayıştır. Ahlaki erdemler ise cesaret, ölçülü olmak, cömertlik ve her şeyden önce hakseverlik durumlarıdır.

Helenistik Dönem, Yunanlıların bağımsızlığını kaybetmesinden Roma İmparatorluğu’nun kuruluşuna kadar olan zaman aralığını (MÖ 323-MS 30) kapsar. Bu dönemde Atina’nın yanında İskenderiye, Antakya, Bergama, Rodos, Tarsus ve daha sonra da Roma gibi önemli bilim ve kültür merkezleri oluştu Bu dönemde Öklid, Arşimet, Heron, Aristark gibi meşhur kişiler yetişti.

Roma eğitimine MÖ 200’lerden sonra Yunan etkisi belirgin bir şekilde girmiştir. Özellikle II. Pön Savaşı’ndan sonra Yunanlı hocalar ve sanatkârlar Roma’ya gel-meye ve başta aristokrat Roma aileleri olmak üzere diğer önde gelen sınıfların çocuklarına eğitim vermeye başladılar.

Seneca “insan okul için değil, hayat için öğrenmelidir” şeklinde tanımlar. Eğiticilerin örnek olma zorunluluğuna dikkat çeken Seneca, bunun için dinî eğitimin gereğini vurgulamıştır.

Ruhban sınıfındaki bu itirazlar, başlangıçta etkili olmamış ve manastır okullarındaki öğrenciler; (i) “oblati”; ruhban sınıfında yer almak isteyenler ile (ii) “laikler”; din adamı olmak istemeyenler olmak üzere iki kategoriye ayrılmıştır.

817’de toplanan Aachen Meclisi, manastır okullarında verilen eğitimin, yalnızca dinî mahiyette olması ve öğrencilerin manas-tır bölgesi sınırları içerisinde yaşaması gerektiği yönünde bir karara varmıştır. Böylece, manastır okullarına sadece “oblati” adı verilen, dinî kariyer planlayan öğrenciler kabul edilecekti. Bu karar, dinî ve dünyevi eğitimin birbirinden ayrılması noktasında en önemli adımlardan biri olmuştur.

11. yüzyılın entelektüel üretim merkezi, manastır hayatından kent okullarına doğru kaydı. Bu dönemin kentli aydın tabakası meslek sahibi olmuştu. Öğretmenleri ve öğrencileri bir araya getiren loncalar, üniversiteleri meydana getirdi.

13. yüzyıldan günümüze dek varlığını sürdürebilmiş üniversiteler arasında İtalya’da Bologna; Fransa’da Paris, Orléans, Toulouse, Montpellier; İngiltere’de Oxford ve Cambridge ve İspanya’da Salamanca Üniversiteleri sayılabilir. Ayrıca Almanya’da Heidelberg, Prag; Polonya’da Cracow; İskoçya’da St. Andrews; Portekiz’de Lizbon, Coimbra; Avusturya’da Viyana; İsviçre’de Basel, Uppsala; Danimarka’da Kopenhag Avrupa’nın geri kalan yerlerinde bir sonraki asırdan, 14. yüzyıldan bugüne kalabilmiş üniversiteler arasındadır.

Loncaların genel özellikleri arasında bulunan resmî kıyafetler, üniversitelerde hem öğrenciler hem de hocalar için geçerliydi. Ancak bu konuda da Avrupa’nın tamamını kapsayacak genellemeler yapmak zordur. Nitekim İtalya’da öğrencilerden “cappa” adı verilen siyah, uzun bir cüppe giymeleri istenmişken, Fransa’da öğrencilerin ruhban sınıfına mensup oldukları düşüncesiyle dini kıyafet giymeleri zorunluydu. Heildelberg’ de yine uzun cüppe geçerliyken, Cambridge’de günümüzde de varlığını koruyan farklı renk ve şekillerdeki amblemleri bulunan kıyafetleri giymek gerekiyordu. Hocaların resmî kıyafetleri ise yine renkleri farklılaşan kapüşonu ve süslemeleri olan cübbelerdi.
Gramer alanında Donatus ve Priscian; retorik derslerinde “sapkın kısımları atılmış” Cicero; mantık için yine sansürlenmiş Aristoteles, Boethius; matematik ve astronomi alanlarında Euclides, Batlamyus; din hukukunda Kitab-ı Mukkaddes’le birlikte Gratianus; seküler hukukta Justinianus’un Roma Hukuku ve tıp eğitiminde ise Hippokrates, Galen, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd ve Razi’nin metinleri okutulmuştur.


Budistler, Buda’nın vaazlarının Pali-Kanon adlı bir kitapta toplandığına ve 400 yıl kadar sözlü olarak nesilden nesile aktarıldığına inanırlar.

Tarihte Türk adının geçtiği runik alfabe ile yazılmış en eski Türkçe metin olarak bilinen Orhun Abideleri; 732’de dikilen Kültegin, 735’te dikilen Bilge Kağan ve 720-725 yıllarında dikilen Tonyukuk yazıtlarından oluşmaktadır.

Türk devlet düşüncesine paralel şekilde gelişen “bağımsız yaşama azmi”, Göktürkler ’de kitabelere kazınarak daimi bir öğreti haline getirilmiştir. Kağan, milletini düşünen, onun ekonomik ve sosyopolitik ihtiyaçlarını kapsayan toplumcu bir felsefeye uygun olarak eğitilmeliydi.
Başlıca iki tip Aztek Okulu vardı: Calmécac ve Telpochcalli.
Calmécac okullarında, asil ailelerin çocukları asker yahut din adamı olmak üzere eğitim alırdı. Tepochcalli ise halk için açılmış okullar olup müfredatında tarih, mitoloji, din dersleri yer almıştır. Ayrıca Azteklere ait kutsal törenler, ilahiler ve dinî müzik, okutulan konular arasındaydı.
Çocuklar için küttâb adıyla mektepler, büyükler için medrese, tekke, zaviye ve hangah adıyla eğitim kurumları oluşturuldu. Bu kurumlar, Arap Yarımadası’ndan başlayarak, Şam, Filistin, Irak, Mısır, Endülüs (İspanya), İran, Orta Asya, Anadolu ve Hind Yarımadası’na kadar uzandı. Bu kurumlarda insanlar din ve fen ilimlerini birlikte öğrendiler.

Hz. Peygamber devrinden beri okuma yazma veya Kurân-ı Kerim öğretilen okullara küttâb adı verildi. Mektep kelimesi, XIX. yüzyıldan itibaren geniş anlamda ve bugünkü okul karşılığında hemen hemen bütün eğitim kurumlarının başına getirilerek kullanıldı. Küçükler için olanlarına sıbyan mektebi adı verildi.

Hz. Peygamber, Bedir Savaşı’ndaki esirlerden her okuma yazma bileni bunu on Müslüman çocuğuna öğretmesi karşılığında serbest bıraktı. Medine’de tesis edilen okulda Hz. Peygamber’in Cebrail adındaki melek vasıtasıyla kendisine gelen vahiyleri yazdırdığı kâtiplerden Zeyd b. Sabit de okuma yazma öğrendi. Küttâb adı verilen bu okulda hür, köle veya azatlı çocukları birlikte öğrenim örürlerdi.

Emevî (661-750) ve Abbasî (750-1258) devirlerinde mektepler gelişerek devam etti. 723 yılında vefat eden Dahhâk b. Müzâhim’in Kûfe’de 3000 civarında çocuğun okuduğu büyük bir mektep inşa ettirip burada öğretmenlik yaptığı bilinmektedir. Emevî Valisi Haccâc b. Yûsuf Sekafî de gençliğinde Tâif’te öğretmen olarak çalışmıştır.

Dünyada ilk hukuk usulü kitabını (Hukuk metodolojisini) yine bu zamanda İmam-ı Şafi, Risale adıyla yazdı. İmam-ı Muhammed Şeybani, Siyeri Kebir kitabı ve bunun İmam-ı Serahsi tarafından yapılan
şerhi ile devletler hukukunun; Maverdi ve Kadi Ebu Ya’la Ahkamu’s-Sultaniyye adlı eserleri ile amme hukukunun; Endülüs âlimlerinden Batruci bugünkü astronominin; Cabir bin Hayyan kimyanın; Harezmî de cebir ilimlerinin temelini kurdular.
Kaynaklarda medrese olarak anılan ilk eser, fakih ve muhaddis Ebû Bekir Sıbgî (ö.954) tarafından Nîşâbur’da kurulan dârüssünne dir. Hasan b. Ahmed Mahledî ve Muhammed b. Hüseyin Hasenî gibi hadis âlimlerinin imlâ/hadis yazdırma meclisleri düzenlediği bu dârüssünne de 1000 kadar öğrencinin ders yapabildiği belirtilmektedir.


Avrupa’da ilk tıp okulunun da kurucusu olan III. Abdurrahman (891-961) tarafından yaptırılan Kurtuba Medresesi, o dönemin öğretim kurumları arasında seçkin bir yere sahipti.

Endülüs Emevi halifesi II. Hakem (915-976)’in İskenderiye, Dimaşk ve Bağdat’a görevlendirdiği kişiler kitapçı dükkânlarını dolaşır, kitap satın alır veya istinsah ettirirdi. Kütüphanesinde toplanan eser sayısının 400.000’i aştığı rivayet edilir. Bu devirde Hristiyan Avrupa’da çoğunluğu kilise mensubu pek az kimse bazı bilgi kırıntılarına sahipken Endülüs’te hemen herkes okuma yazma biliyordu.


Bağdat’ta Hanefî fıkhına göre eğitim veren medreseler Meşhed-i Ebû Hanîfe, Terken Hatun ve Bâbüttâk medreseleridir. Şafi-î fıkhının okutulduğu medreselerin en önemlileri ise Nizâmiye, Tâciyye ve Kurâh Zafer medreseleridir. Bir müddet sonra bu iki mezhep aynı medresede eğitim vermeye başladı.

XII. yüzyılda Bağdat’ın doğusunda otuz kadar medrese ve bunlara ait vakıfların bulunduğu bilinmektedir.
Abbâsî Halifesi Müstansır-Billâh’ın kurduğu çeşitli medreseler arasında en önemlisi 1234’te hizmete açılan Mustansıriyye Medresesi’dir.
Öğrencilerin ileri seviyede olanlarına müntehi, orta seviyede bulunanlarına mutavassıt, yeni başlayanlarına da mübtedî deniyordu.

Memlükler dönemi medreselerinde görevlilerin durumu ve görevleri şöyleydi:

Hadis hocalarına muhaddis, şeyhü’l-hadîs ve şeyhü’r-rivâye deniyordu. Muhaddis bölgesindeki hadis şeyhlerini, onların doğum ve ölüm tarihlerini ve ilmî durumlarını bilirdi. şeyhü’r-rivâye muhaddislerin rivayet ettiği hadislerin lafızlarını tashih ederdi. Hafızlar, Kuran’ı ezberleyenlerin derslerini takiple görevliydi. Müfessir, Kurân-ı Kerim ayetlerini açıklar; müderris, talebeye ders anlatır; muîd, müderrise yardımcı olurdu. Müfîd, ders çalışmaları esnasında öğrencilere yardım eder; müntehî, tartışılan konularda araştırma yapardı. Kâtibü’l-gaybe, talebelerin devam durumunu izlerdi. Zâbitü’l-esmâ, öğrencilerin kaydıyla ve onların derse il-gisini takiple görevliydi. Muallimü’l-küttâb, küçük çocuklara İslâmiyet’in esaslarını öğretir, kas (kıssa anlatan) halka ibretli olay ve sözler nakleder, kariü’l-kerâ-sîde kas gibi bir görev yapardı. Vaiz, halka şiirler ve güzel sözlerle zühd, tevek-kül gibi konular hakkında vaaz verirdi.

Fıkıh ağırlıklı medreselerde müderris, geçici olarak medreseden ayrıldığında nâibü’l-müderris ona vekâlet ederdi. Nitekim Gazzâlî Dımaşk’a gitmek üzere Bağdat’tan çıktığı zaman kendisine kardeşi Ahmed Gazzâlî vekillik yapmıştır.

Kıraat hocaları da hadis hocaları gibi şeyh (şeyhü’l-kırâa) olarak adlandırılırdı. Ribât, zaviye ve hankahlar da ders verenlere şeyh denirdi. Medreselerde ayrıca nâsih, verrâk, musahhih, muarrid gibi yazı ve yazı malzemesinin sağlanmasıyla ilgili görevliler de bulunurdu.

Medreselerde okutulan aklî ilimler, Batı dünyasında büyük etki yapmış, Hristiyan din adamları ile diğer bazı kimseler buralardan aldıkları bilgileri memleketlerine taşımışlardı. Bu sayede Endülüslü İbn Rüşd’ün düşünceleri, Müslüman Doğu’dan çok Hristiyan Batı’yı etkilemiş ve burada doğan Averroisme cereyanı, kilise tahakkümünün ve skolastik anlayışın sarsılmasında önemli rol oynamıştı.
Bir meridyenin uzunluğunu da ilk defa Musul ve Diyarbakır arasında, Sincar Sahrasında Müslümanlar ölçmüşler ve bugünkü gibi bulmuşlardır.


Cebir ilmini Harezmî(780-850) kurmuştur. Bu ilmin adı Harezmî’nin Hisâbü’l-Cebr vel-Mukâbele kitâbından gelmektedir. Ayrıca logaritma, onar onar sayıp yazmak, her dokuzdan sonra rakamın sağına sıfır koyarak diğer bir onlar hanesi vücuda getirmek, yine Harezmî’nin buluşlarındandır.

Harezmî’nin eserleri matematik sahasında o kadar yayılmış ve kullanılmıştır ki, ismi bile çeşitli milletlerin dilinde “Alkhorismi/Algorisme/Augrisme” şekillerinde yazılıp söylenmiştir.

Sosyoloji ilmini ilk kuran İbn-i Haldun(1332-1406)’dur. Mukaddime isimli ansiklopedik eserinde ilimlerin her dalından bahseder ve yeni bir ilim olarak sosyolojiyi kurduğunu bu ilmin esaslarıyla birlikte anlatır. İbn Haldun, Montesqieu’dan dört yüzyıl, Tonybee’den de yaklaşık altı yüzyıl önce doğal çevre ile medeniyetler arasındaki ilişkiye dikkatimizi çekmiştir.

 Selçuklular devrinde hastanelere bimarhane, dârülşifâ veya mâristân adı verilirdi. Buralarda her çeşit hasta tedavi görürdü. Ancak Amasya dârülŞifâsı gibi bâzı hastanelerde ruh hastalarına daha çok sayıda yer verildiği ve bunların tedâvilerinde özel bazı metodların uygulandığı bilinmektedir. Anadolu’daki ilk önemli hastane Mardin’de Artukoğullarından Necmeddîn İlgâzi’nin kardeşi Eminüddîn tarafından yaptırılmıştır (1108-1132).

I. Murad’ın, ahilerin başı olduğu ve kendisinden Ahi Murad diye bahsedildiği de bilinmektedir. Osmanlı Devleti kuvvetlenip Anadolu’ya hâkim olduktan sonra, ahiler daha ziyade hayırsever bir cemiyet, bir esnaf teşkilatı şeklinde faaliyetlerini devam ettirdiler.

İlk Osmanlı medresesi 1331’de İznik’te eskiden manastır olan bir binanın Müderris Kayserili Davut’a verilmesiyle açılmıştır.

Sultan Beyazıt, kendi adına en çok medrese yaptıran padişahlardan biridir. İlk Darüşşifa ve ilk Darülkurra bu dönemde inşa edildi.
Medreselerin hemen yanında onlara talebe yetiştirecek daha alt düzey de sekiz medrese daha inşa edilmiştir ki bunlara da Tetimme medreseleri denir.

Müderrise yardımcı olan öğretim elemanına danişmend denirdi. Danişmendler hemen her bakımdan müderrislere yardımcı olurlardı. Bunlar da vakıftan maaş alırlardı.

Atamalarda en itibarlı yerler; İstanbul, Mekke, Medine, Bursa, Edirne, Halep, Şam, Kahire kadılıklarıydı. Dinî ve hukuki mesleklerde en üst noktalara gelenlere molla denirdi. Artık bu aşamadan sonra, İstanbul kadısı, defterdar, kazasker ya da ulemanın en üst rütbesi Şeyhülislâm olunabilirdi.
Medreseden başarıyla mezun olan her talebe, klasik Arapça metinleri rahatlıkla okur, anlar ve oradan hükümler çıkarabilir hatta eserini bu dilde yazabilirdi. Dil öğretimi Türkçe yapılırdı. Dolayısıyla medresede öğretim dili Arapça değil, Türkçe idi.

Medrese talebeleri üç aylarda (Recep, Şa’ban, Ramazan) ya kendi memleketlerine ya da belirledikleri bir başka yere tatile/hizmete giderlerdi. Burada üç ay boyunca temel dinî hizmetleri görürler, halk ile iletişime geçerler, öğrendiklerini aktarırlardı. Bu usule cerre çıkmak denirdi.

Anadolu Selçukluları bir şehri fethettiklerinde ilk iş olarak orada cami, medrese, zaviye inşa ederek tüccarları, din adamlarını ve Türk nüfusu buralara yerleştirdiler. Dânişmendliler, Artukoğulları ve Anadolu Selçuklularına ait medreselerin bir kısmı zamanla harap oldu. Dânişmendli hükümdarı Nizâmeddin Yağıbasan’ın yaptırdığı medreselerden Niksar’daki ile Tokat’taki Çukur Medrese kısmen ayakta kaldı. Artuklular da, Diyarbekir, Mardin, Urfa ve Gaziantep’te medreseler inşa ettirdiler. Anadolu Selçukluları; Sincanlı (Afyon), Ertokuş (Isparta, Atabey), Karatay, ince Minare, Sırçalı, Şemseddin Altunaba veya iplikçi (Konya), Taş Medrese (Akşehir), Yûsuf b.Yakub (Çay), Karahisar, Hüseyin Gazi (Çorum, Alaca), Çifte Medrese, Afgûnu, Huand Hatun, Sirâceddin, Hacı Kılıç, Sâhibiye(Kayseri), Ümmühan Hatun (Eskişehir, Seyitgazi), Karatay, Ulucami, Atabey (Antalya), Süleyman Pervane (Sinop), Burûciye ve Gökmedrese (Sivas, Tokat) medreseleri inşa etmişlerdir.
Sivas ve Erzurum Çifte Minare medreseleriyle Erzurum Yâkutiye ve Ahmediye, Kırşehir Caca Bey medreseleri, İlhanlılar dönemine ait kısmen veya tamamen ayakta olan yapılardır. Selçuklular ve Beylikler devrinde Anadolu’da yaptırılan ve önemli bir kısmı hâlen ayakta duran 139 medreseden bahsedilmektedir.


İran’da kurulan medreseler, XIII. yüzyılda Moğol saldırılarından büyük zarar gördü. Ancak İlhanlılar devrinde ülkede istikrarı sağlayan ve Müslüman olan Gâzân Han, medreseleri yeniden canlandırdı. Gâzân Han’ın Tebriz’de yaptırdığı Gâzâniyye külliyesinde hem Hanefî ve hem de Şafî medresesi yer almaktaydı.

Hindistan taraflarında eğitim kurumlarına medresenin yanı sıra camia, dârülulûm, dersgâh, dâr, mekteb, kalıç gibi adlar da verilmiştir. Genellikle küçük eğitim kurumlarına medrese, farklı ilim dallarında eğitim veren büyük kurumlara camia ve dârülulûm denilmekte, dersgâh ise daha küçük medreseler için kullanılmaktadır.

Memlükler dönemi medreselerinde görevlilerin durumu ve görevleri şöyleydi:

Hadis hocalarına muhaddis, şeyhü’l-hadîs ve şeyhü’r-rivâye deniyordu. Muhaddis bölgesindeki hadis şeyhlerini, onların doğum ve ölüm tarihlerini ve ilmî durumlarını bilirdi. Şeyhü’r-rivâye muhaddislerin rivayet ettiği hadislerin lafızlarını tashih ederdi. Hafızlar, Kuran’ı ezberleyenlerin derslerini takiple görevliydi. Müfessir, Kurân-ı Kerim ayetlerini açıklar; müderris, talebeye ders anlatır; muîd,müderrise yardımcı olurdu. Müfîd, ders çalışmaları esnasında öğrencilere yardım eder; müntehî, tartışılan konularda araştırma yapardı. Kâtibü’l-gaybe, talebelerin devam durumunu izlerdi. Zâbitü’l-esmâ, öğrencilerin kaydıyla ve onların derse ilgisini takiple görevliydi. Muallimü’l-küttâb, küçük çocuklara İslamiyet’in esaslarını öğretir, kas (kıssa anlatan) halka ibretli olay ve sözler nakleder, kariü’l-kerâsî de kas gibi bir görev yapardı. Vaiz, halka şiirler ve güzel sözlerle zühd, tevekkül gibi konular hakkında vaaz verirdi.

Medreselerde okutulan aklî ilimler, Batı dünyasında büyük etki yapmış, Hristiyan din adamları ile diğer bazı kimseler buralardan aldıkları bilgileri memleketlerine taşımışlardı. Bu sayede Endülüslü İbn Rüşd’ün düşünceleri, Müslüman Doğu’dan çok Hristiyan Batı’yı etkilemiş ve burada doğan Averroisme cereyanı, kilise tahakkümünün ve skolastik anlayışın sarsılmasında önemli rol oynamıştı. İspanyollar Mürsiye’ yi (Murcia) zapt ettikleri zaman kral dönemin âlimlerinden Muhammed b. Ahmed Mürsiyi hizmetine alarak adına bir medrese inşa ettirmiş, Mürsî burada Müslüman, Hristiyan ve Yahudilere mantık, hendese, tıp, felsefe ve musiki dersleri vermiştir.

İlk tekke, Ebû Hâşim Sofî için, Suriye’de Remle şehrinde yapılmıştır.


Tekkeler, genellikle şehir, kasaba ve köylere kurulmakla beraber bazen, sosyal hizmetleri görmek için, büyük kervanların geçtiği ıssız yollarda, kırlık alanlarda, bazen de, cihat etmek ve düşmanı gözetlemek için hudut boylarında kurulurdu. Issız yol boylarındaki kırlık alanlara kurulan tekkelerde, kış veya yaz yorgun kervancılar misafir edilir; bunlara yeme, içme, yatma, hayvanlarının bakımı dâhil, sosyal hizmetler verilir, karşılığında para da alınmazdı.

Hudut boylarındaki tekkelere gelince bunlar, stratejik ehemmiyeti olan mevkilerde kurulurdu. Bu tekkelerde bilhassa cihad için gelen gönüllüler ordusundan Alp erenler, gaziler, akıncılar ve hudut bekçileri bulunurdu. Bunlar, barış zamanında herhangi bir düşman hücumu karşısında savunmasız durumda kalan yöre halkını, Müslüman köylerini korurlardı. Hudut boyu tekkeleri ayrıca komşu devletin tebaasına İslamiyet’i tanıtmak ve yaymakla da görevliydiler.

Ahilik teşkilatında şu mertebeler bulunurdu:

1) Teşkilata yeni giren yiğitler, 2) Ahi bölükleri (Altı bölükten oluşurdu.

Bunlardan ilk üç bölüğe “eshab-ı tarik”, diğer üçüne de “nakib” denirdi.) 3) Halife, 4) Şeyh, 5) Şeyhü’l-meşayıh. Şu on sekiz şey ahiyi ahilikten çıkarmaya sebep olur:

1) Şarap içmek, 2) Zina yapmak, 3) Livata yapmak, 4) Dedikodu ve iftira etmek, 5)Münafıklık etmek 6) Gururlanıp kibirlenmek, 7) Sert ve merhametsiz olmak, 8) Hased etmek, kıskanmak, 9) Kin tutmak, affetmemek, 10) Sözünde durmamak, 11) Kadınlara şehvetle bakmak, 12) Yalan söylemek, 13) Hıyanet etmek, 14) Emanete riayet etmemek, 15) insanların ayıbını örtmeyip, açığa vurmak, 16) Cimrilik etmek, 17) Koğuculuk ve gıybet etmek, 18) Hırsızlık etmek.

Birunî’nin nerdeyse her konuda bir sözü vardır. Birçok konuda ilk söyleyen kişidir. Meselâ, “Her şey dünyanın merkezine düşüyor. Bu da gösteriyor ki, o merkezde çekicilik var. İşte bu yerçekimi, yeryüzündeki nesnelerin dışarı fırlamasına mani olmaktadır.” Diyerek yerçekimi kanununu Newton’dan yüzyıllar önce tespit etti. Dünya çapının tayinini de ilk defa Birunî yaptı. Yaptığı çalışmaların neticesinde görmeden Amerika kıtasının varlığından bahsetti. Onun bir birinden kıymetli eserlerinin sonucu olarak devrine, bilim tarihçisi George Sarton, XI.yüzyıla Birunî Asrı demektedir.
Osmanlı sarayında çocuk şehzadeleri yetiştirmek için fiehzadegân Mektebi vardı. Buradan aynı zamanda üst düzey devlet memurları da yetişirdi. Sarayda padişahın da katıldığı büyük âlimlerin konuşma ve müzakereleriyle gerçekleşen “huzur dersleri” de klasik dönem Osmanlı eğitiminin önemli ve özgün uygulamalarından biridir.

Osmanlı Devleti’nin klasik döneminde farklı düzeylerde örgün eğitim kurumları vardır. Bunlar, Sıbyan/Mahalle Mektepleri, Medreseler, Enderun Mektebi ve özel ihtisas kurumları olan Darülhadisler, Darüttıplar, Darülmesneviler, Darülkurralar, fiehzâdegân Mektebi, Bâb-ı Âli Mektebi, Bâb-ı Defterdâri ve Askerî Okullardan oluşmaktadır.

Bilinen ilk Osmanlı sıbyan mektebi Sahn-ı Seman ve Tetimme medreseleriyle birlikte Fatih Sultan Mehmet zamanında yaptırılmıştır. Daha sonraları padişahlar, valide sultanlar, hanedan mensupları, sarayda ve dışarıda görevli olan yüksek rütbeli memurlar ve zengin hayırseverler hemen her yerde sıbyan mektebi inşa ettirmişlerdir.



Sıbyan mektebi hocaları, az ya da çok medrese eğitimi almış, cami ve mescitlerde imamlık ve müezzinlik yapan eğitimci kişilerdi.

Bunların görevlendirmesi, bölgenin kadısı tarafından olduğu gibi görev yapacağı vakıf idaresi ya da mahalle sakinleri tarafından yapılırdı. Maaşlarını ya vakıf ya da okuyan çocukların anne babaları verirdi. Ancak bu düzenli bir maaş değildi.

Medrese, ders okutulan yer anlamındadır. Burada ders okutana müderris denilir. Medrese 1000’li yıllarda Gazneliler zamanında ortaya çıkmıştır. Ama bu tarihten önce de medreseye benzer kurumlar vardı. Peygamber Efendimiz zamanındaki Eshâb-ı suffe, Abbasiler Dönemi’ndeki Beytü’l- Hikme ve Beytü’l İlm gibi sırf ilimle uğraşan topluluklar ve merkezler vardı.
İlk Osmanlı medresesi 1331’de İznik’te eskiden manastır olan bir binanın Müderris Kayserili Davut’a verilmesiyle açılmıştır.
Sultan Beyazıt, kendi adına en çok medrese yaptıran padişahlardan biridir. İlk Darüşşifa ve ilk Darülkurra bu dönemde inşa edildi. Mısır’dan farklı ilim dallarında yetişmiş uzman âlimler getirildi. Fatih Dönemi’ne gelinceye kadar Osmanlı medreselerinde yapı ve içerik bakımından fazla değişimler gözlenmeyip büyük ölçüde Selçuklu mirasının devamı görünümündedir.

Osmanlı âlimleri arasında Gazali’nin düşünceleri etkili olmuştur. Fahrettin Razî de çok etk isi altında kalınan bir âlimdir. Osmanlı medreseleri Sünni İslam’ın özgür fikirli geleneklerini izlemiştir. Osmanlıların matematik dâhisi Musa Paşa’dır. Öklid ve Çagmîni üzerine kitaplar yazmış ve bu eserler son dönemlere kadar okutulmuştur. Kadızâde, Uluğ Bey’in sarayına giderek rasathanenin yöneticisi olmuş ve astronomide çığır açıcı çalışmalar yapmıştır. Ali Kuşçu İstanbul’a davet edilmiş ve matematikte parlak bir çağ yaşatmıştır. Bunu Molla Lütfi, Mirim Çelebi gibi büyük matematikçiler izlemiştir.
Klasik dönem Osmanlı uleması üzerine en iyi çalışmalardan birini yapan Madeline Zilfi’ye göre, 18. yüzyılda üst düzey ulema bürokrasisine İstanbul’da yaşayan belirgin 10 kadar aileden atama yapılmıştır. Bu uygulama, daha alt birimlere de yayılmış ve medresede müderris olmak neredeyse bazılarının tekeline geçmiştir. Bunun bir göstergesi olarak “beşik uleması” kavramı ortaya çıkmıştır ki bazılarının çocukları daha çocukken müderris ilan edilmiştir. Bu uygulama, ilim dünyasında niteliği düşürmüş ve büyük rahatsızlıklara sebep olmuştur.

Medresede okutulan temel kaynaklar Arapça olduğu için, Arapça öğrenmek şarttı.

Buna karşın dersler Türkçe okunur, eğitim Türkçe yapılırdı. Amasyalı Hüseyinoğlu Ali’nin 1453’te yazdığı Tarîkü’l Edeb ve Ispartalı Kınalızâde Ali’nin 1564’te yazdığı Ahlâk-ı Âlâi önemli eserlerdir. Bu iki eser yüzyıllarca bütün medreselerde okutulmuş birer ahlak kitabıdır. Bunlar, Osmanlı dünyasının ahlak ve zihniyet dünyasının şekillenmesinde, dünya görüşünün teşekkülünde önemli yer işgal etmiştir. Her iki eser, klasik dönem eğitim ve öğretim yöntemlerine vurgu yapmasına karşın, modern eğitim yöntemlerinden pek çoğunu temel ilke olarak kabul etmektedir. Bu yönüyle 18. yüzyılın büyük eğitim filozofu J. J. Rousseau’nun Emile’iyle benzer noktaları çoktur.

15. yüzyıl mutasavvıflarından Hacı Bayram Velî ve Yazıcıoğlu Ahmed ve Mehmet de gerek öğretileri gerekse eserleriyle klasik dönemin önemli simalarıdır.


İlmin ve eğitimin sufi yorumunu yapan bu zatlara göre, eğitimden beklenen öncelikle kişinin kendini bilmesi sonra da hakikati ve Allah’ı tanımasıdır.

Eğitim sisteminin ilköğretim - ortaöğretim ve yükseköğretim olarak yapılandırılmasında Fransız ulus devletinin önemli katkıları olmuştur.

Modern demokratik devletler sağlıklı ve sürdürülebilir bir demokratik düzen kurabilmek için vatandaşlık ve aktif vatandaşlık programları ile eğitimi etkin olarak kullanmaya devam etmektedirler. Hümanizm ile birlikte Yunancanın da yaygın olarak öğretilmeye başlanmasıyla Latincenin daha kolay nasıl öğretileceği üzerine değişik yöntemler geliştirildi. Bu alanda Ratke ve Comenius’un çağdaş dil eğitimine de etki eden önemli metodolojik çalışmaları oldu. Öğretim sanatının temel yasalarını ortaya koyan J.Amos Comenius’a göre herkese her şey öğretilebilir; bunun için de bilgiyi öğretilebilir hâle getirmek gerekir. Montaigne ise mekanik düşünce ve otoritelere karşı çıktı.

Alman eğitimci Salzmann, “Dünyadaki yoksulluk ve sefaletin önde gelen nedenlerinden biri, yanlış eğitimdir” diyordu. Salzmann, bedensel cezayı yasakladı. Real konulara ağırlık verdi, derslerin açık ve anlaşılabilir olmasına dikkat etti, 16 yaşına kadar ortak bir eğitimden sonra çocukların yeteneklerine göre uzmanlaşmış eğitime yöneldi. Modern eğitim sistemlerinin kuruluşunu en çok etkileyen düşünürlerden biri Pestalozzi’dir.

John Locke, eğitimi deneysel psikoloji üzerine kurmaya çalıştı. Ona göre bilgi doğuştan gelmez, her şey sonradan tecrübeler ve duyumların iç algıya dönüştürülmesiyle öğrenilir. Eğitimci, öğrencilere tecrübe yaşatmalıdır. Okul, çocukların bireyselliklerine saygı göstermelidir.
Francke, eski Yunan ve Roma klasiklerini okutmayı reddederek modern öğretim konu ve metotlarını kullanmaya başladı. Wolff yeni matematik ve doğa bilimlerine ve araştırmalarına dayanan, dinî otoritelerin inanç temelli eğitimine karşı, ussal düşünmeyi (Rasyonalizmi) esas alan bir eğitim felsefesi oluşturmaya çalıştı.
“Aydınlanma ve Eğitim Yüzyılı” denilen 18.yüzyılda eğitimin sekülerleşmesi fikri işlendi (La Chalotais, Rolland, Diderot, Helvetius, Guyton de Morveau, Holland).
Öğretmenlerin din adamı olmamasını (lay teacher), eğitimin devletin işi olmasını istediler; devletin vatandaşlarını eğitme hakkının olduğunu savundular (devletin çocukları).


Amerika’da ücretsiz ilköğretim okullarının geliştirilmesi 19.yüzyılda (özellikle 1870’ten itibaren) H.Mann ve B.T.Washington gibi eğitimcilerin gayretleriyle olmuştur. 1750’lerden itibaren Almanya ve Avusturya’da modern anlamda ilkokul öğretmenleri yetiştirilmeye başlandı.

Önceleri bölgelere ve öğretmenlere bırakılan ilkokul programları üzerindeki tartışmalar, 1980’li yıllarda alevlenmiş ve bundan sonra ülke çapında geçerli millî programlar (National Curriculum) yayınlanmıştır. Özellikle Amerika’da Hiçbir Çocuk Geri Kalmasın (No Child Left Behind) Yasası (2001), programların standartlaştırılmasını teşvik etmiştir. 1965’te Amerika’da yasal olarak ilk ve orta öğretimde uygulanması öngörülen standart başarı ölçme testleri, 1990’lı yıllarda bütün ülkelerde yaygınlaşmış; Standard Assessment Tests (SATs) veya National Curriculum Tests (NCTs) uygulamaları da ciddi eleştiri ve karşı çıkışlarla karşılaşmıştır.

Alman üniversite modelinin temel özelliği, araştırma ile öğretim arasında sıkı bağlar kurması, bilim yoluyla eğitim idi. Bilimsel araştırma, öğretimin üzerinde yer alıyordu.

Avrupa’da üniversite reformu 19.yüzyılda başarısızlığa uğradı. Almanların Humboldçu (Homboldtian) üniversite modeline karşı Fransızlar Napolyoncu (Napoleonic) üniversite modelini ortaya çıkardılar. Napolyon sistemi Fransa’da 1968 öğrenci olaylarına kadar devam etti.
Alman modeli, bilginin faydacı ve ekonomik uygulamalarına aldırmadan, sadece doğruyu arayan bir akademik özerklik modeli oldu. Saf araştırma temelli bir üniversite modeli idi.Fransız modeli ise merkezî siyasi otoritenin gözetim ve denetiminde pratik ve uygulamalı bilimlere ağırlık veren, politeknik tipi üniversite modeli idi.

Türkiye’de ÖSYM’nin yaptığı sınavlar gibi, mesela ABD’de SAT ve ACT testleri yapılmaktadır. Üniversiteyi bitirenler de Bachelor derecesi alırlar. Yüksek lisans yapmak isteyenler ALES benzeri genel (GRE), tıp ve hukuk alanında standart test sınavlarına girerler.

II. Meşrutiyet Devri’nde medreseleri ıslah etmek amacıyla alınan ilk tedbir, bu kurumlara sınav sistemini yeniden getirmek, ikincisi ise birincinin de katkısıyla askerlik muafiyeti geleneğinin istismar edilmesini önlemek oldu. Bu tedbirler sayesinde II. Meşrutiyet’ten önce 20 - 25 bin olan İstanbul medreselerindeki öğrenci sayısı, 1910 yılında 5 - 6 bin civarına düşmüş; eğitim - öğretim için gerekli düzen ve disiplin sağlanmıştı.

1909 yılında Medâris-i ilmiye Nizamnâmesi’ ni yürürlüğe koyması idi. Nizamnameye göre medreselerin toplam öğretim süresi 12 yıl olacaktı. Nizamname, medrese programına ilahiyat (teoloji) derslerinden başka, yüzyıllardır süren uygulamadan farklı olarak sosyal, fen ve matematik bilimlerine ait dersler de koymuştu.


1 Ekim 1914’te çıkarılan Islâh-ı Medâris Nizamnâmesi ile İstanbul medreselerinin ıslahı işi yeniden gündeme geldi. Bu nizamnameyle klasik medrese geleneğinde olmayıp yenileşme döneminde kurulan İstanbul medreseleri, Dârü’l - Hilâ-feti’l- Aliye Medresesi adı altında birleştirildi. Böylece kısaca Dârü’l - Hilâfe de denen bu medrese, ortaöğretim -I. ve II. kademe- ve lisans programlarını bir arada götüren bir kurum olmuştur.
Cumhuriyet yönetimi, 3 Mart 1924 tarihinde yürürlüğe giren Tevhîd-i Tedrisat Kanunu ekseninde alınan kararlar uyarınca medreseleri kapatarak mektep - medrese ikiliğine fiilen son vermiştir.

Millî Eğitim şûrası, “Bakanlığın en yüksek danışma kuruludur. Eğitim ve öğretim ile ilgili gerekli görülen konuları tetkik etmek ve tavsiye niteliğinde kararlar almakla görevlidir.” 1939’dan bugüne gerçekleştirilen on sekiz şûrada Türk eğitim sisteminde yapılan düzenlemelerin büyük bir kısmı tartışılarak Bakanlık için tavsiye kararları alınmıştır.





Yorumlar

BELGESELLER

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tarihi Coğrafya

Modern Ortadoğu tarihi özetleri