Eğitim Tarihi Özetleri

Bilgi, beceri ve tutumları kazandırmadaki kritik rolü dolaysıyla eğitim tarihi dersi, 19. yüzyıldan beri öğretmen eğitimi Programlarında da yer almaktadır.

Türkiye’de Tanzimat’tan itibaren eğitim tarihi, öğretmenlik meslek bilgisi dersleri kategorisinde bağımsız bir ders veya ilgili bir dersin içinde konu olarak yer almıştır.

İnsanların gelişim ve dönüşüm tarihi, büyük ölçüde 19. Yüzyıl’ın Avrupalı tarihçileri ve sosyal bilimcileri tarafından adlandırılmış ve tasnif edilmiştir. Buna göre Yazının bulunmasından Roma devletinin MS 375 Yılında ikiye ayrılışına kadar olan dönem, Eski Çağ yâda ilk Çağ (Antik Çağ)olarak adlandırılır.

Arkeolojik kaynaklardan edinilen bilgilere göre insanlığın yazılı tarihi MÖ 8000 tarihlerine kadar gider. Ancak toplumsal hayatın farklı yönlerine ilişkin bilgiler, yazının icadından sonraki dönemler için söz konusudur. Yazının ilk olarak MÖ 3000-3500 seneleri arasında Sümerler tarafından keşfedildiği bilinmektedir.
Bugünkü anlamda eğitimin bir kamu hizmeti hâline gelmesi, toplumdaki bütün bireyleri ve aileleri ilgilendirmesi, devlet okullarının açılması ve eğitimin hemen herkes için bir ihtiyaç hâline gelmesi büyük ölçüde 18. yüzyıl sonrasında meydana gelmiştir. Bu icadın adı “modern eğitim” dir.
Tarihçi Herodot, Eflatun ve Aristo, matematik ve geometriyi icat edenlerin Mısırlılar olduğunu söylemişlerdir.

Yahudi şeriatının kutsal metni olan Tevrat’ın okunduğu, yorumlandığı ve toplum yararına hükümlerin çıkarıldığı Haham okulları, İbranilerin en önemli eğitim kurumlarıdır. 15-16 yaşını bitiren çocuklar buraya alınırlar ve sıkı bir dinî eğitimden geçirilirlerdi
Halk dilinde halkla karşı karşıya olan ve Tanrı ile ilişki kurduğunu iddia eden tek aracı Şaman’dı. Devlet dininde ise başrahip, hükümdarın bizzat kendisiydi.
Bunun yanında bir de hiyeroglif yazısı kullanmışlardır. Çivi yazısı daha çok devletin resmî işlerinde, diğeri ise halkla ilgili konularda kullanılmıştır ki buradan, en azından halkın bir kesiminin de okuma yazma bildiği anlaşılmaktadır.

Friglerin eğitim tarihi açısından önemli görülen özelliklerinden biri, onlara ait oyuncakların bulunmasıdır. Bu kültürde oyuncağın bir eğitim aracı olarak kullanıldığına dair yorumlar yapılmaktadır.
Bir diğer Anadolu medeniyeti olan İonyalıların ticarete önem verdikleri, bilim ve kültür işleriyle ilgilendiklerine dair bulgular vardır. İonya’ da ticaretin de desteğiyle yüksek bir kültür ve bilim ortamı oluşmuştur İon medeniyetinde dinî tapınakların dışında bir eğitim ve bilgi ortamının oluştuğuna dair bilgiler vardır ki bu son derece anlamlıdır.

Eski çağlarda Çin’de çocukların nasıl eğitileceğine dair kitaplar yazılmıştır. Öyle ki bu kitapların dünyanın ilk pedagojik kitaplarından olduğu kabul edilir. Örneğin MÖ 2200 dolaylarında yazılan fioking adlı çocuk eğitimi kitabında ülkede hizmet eden bir eğitim bakanlığından bile bahsedilmiştir. Yazının yanında matematik, konuşma ve hitabet eğitimi de verilen derslerdendir. Müzik, şarkı ve danslı oyunlarla süsleme, porselen ve çini sanatlarına dair mesleki ve teknik beceriler de eğitimin temel konuları arasında yer almıştır. Ancak bunlar arasında en çok üzerinde durulan ahlak dersiydi.
Çinli çocukların ahlak anlayışları bu öğretiler doğrultusunda şekillenmiştir. Eğitim, kültür, sanat ve bilim dünyasını köklü biçimde etkileyen kişilerin başında Lao-tse gelir.
Hint krallarından Rama’nın çocuk eğitimiyle ilgili yazdığı bir kitap, pedagoji tarihinin ilk çocuk psikolojisi eseri olarak kabul edilir.

Buda’ya göre doğrunun beş ayrı prensibi olup bu ilkeler Hint eğitiminin felsefesini oluşturur:

1. Canlı olan hiçbir şeyi öldürmemek.
2. Başkasının karısına, kızına dokunmamak, saygı göstermek.
3. Başkasının malına dokunmamak.
4. Yalan söylememek.
5. Sarhoş eden her türlü içkiden sakınmak.

Protagoras kendini “sofist” olarak adlandırmıştır. Sofist, “bilgelik öğreten”, “bilgelik taslayan” anlamlarında kullanılmıştır. Ancak temelde, Atina’da para ile ders veren gezgin öğretmenler grubuna verilen bir isim olmuştur.

Sofistlerin ana ilkesi, “her şeyin ölçüsü insandır” prensibine dayanır. Buna göre, herkes için geçerli bir hakikat yoktur. Tanrılara şüpheyle bakılır, insanın dış âlemle iletişimi duyum ve algılardan ibarettir. Dünyada sabit gerçeklik yoktur. Her şey her an değişmektedir.
Gramer: Bir dilin doğru ve etkili bir şekilde kullanılabilmesi için gerekli teknik bilgiler.
Retorik: Doğru, güzel, etkili, ikna edici tarzda konuşabilmenin yöntemleri.
Diyalektik: Bir konuyu karşılıklı konuşma ve tartışmada zihnî kıvraklık.
1. İroni: Bir hakikati alaylı yollarla, bilmemezlik ve cahillik ayaklarına yatarak karşısındakine hissettirme sanatıdır. Bu metodun tarihte bilinen en büyük ustalarından biri hatta ilki Sokrat’tır.
Platon, felsefe dünyasında “ideler dünyası” metaforuyla meşhurdur. O, görüntülerin gerisine erişilince ulaşılacak şeylerin özüne, “gerçek varlık” niteliği atfeder.
Aristo ya göre eğitimin amacı; insanı içinde yer aldığı toplumun ya da devletin erdemli bir üyesi hâline getirmektir. İnsan, ancak bu şekilde eğitilirse hem kendisi hem de toplum mutlu olur. Böylesi bir eğitim, ancak akla bağlı yönlerle tutkulara bağlı yönlerin senteziyle mümkündür.
Eğitimi zihnî ve ahlaki erdemler olarak iki kısma ayırır. Zihnî erdemler, bilgelik, güzel sanatlar ve pratik kavrayıştır. Ahlaki erdemler ise cesaret, ölçülü olmak, cömertlik ve her şeyden önce hakseverlik durumlarıdır.

Helenistik Dönem, Yunanlıların bağımsızlığını kaybetmesinden Roma İmparatorluğu’nun kuruluşuna kadar olan zaman aralığını (MÖ 323-MS 30) kapsar. Bu dönemde Atina’nın yanında İskenderiye, Antakya, Bergama, Rodos, Tarsus ve daha sonra da Roma gibi önemli bilim ve kültür merkezleri oluştu Bu dönemde Öklid, Arşimet, Heron, Aristark gibi meşhur kişiler yetişti.
Roma eğitimine MÖ 200’lerden sonra Yunan etkisi belirgin bir şekilde girmiştir. Özellikle II. Pön Savaşı’ndan sonra Yunanlı hocalar ve sanatkârlar Roma’ya gel-meye ve başta aristokrat Roma aileleri olmak üzere diğer önde gelen sınıfların çocuklarına eğitim vermeye başladılar.
Seneca “insan okul için değil, hayat için öğrenmelidir” şeklinde tanımlar. Eğiticilerin örnek olma zorunluluğuna dikkat çeken Seneca, bunun için dinî eğitimin gereğini vurgulamıştır.
Ruhban sınıfındaki bu itirazlar, başlangıçta etkili olmamış ve manastır okullarındaki öğrenciler; (i) “oblati”; ruhban sınıfında yer almak isteyenler ile (ii) “laikler”; din adamı olmak istemeyenler olmak üzere iki kategoriye ayrılmıştır.
817’de toplanan Aachen Meclisi, manastır okullarında verilen eğitimin, yalnızca dinî mahiyette olması ve öğrencilerin manas-tır bölgesi sınırları içerisinde yaşaması gerektiği yönünde bir karara varmıştır. Böylece, manastır okullarına sadece “oblati” adı verilen, dinî kariyer planlayan öğrenciler kabul edilecekti. Bu karar, dinî ve dünyevi eğitimin birbirinden ayrılması noktasında en önemli adımlardan biri olmuştur.

11. yüzyılın entelektüel üretim merkezi, manastır hayatından kent okullarına doğru kaydı. Bu dönemin kentli aydın tabakası meslek sahibi olmuştu. Öğretmenleri ve öğrencileri bir araya getiren loncalar, üniversiteleri meydana getirdi.

13. yüzyıldan günümüze dek varlığını sürdürebilmiş üniversiteler arasında İtalya’da Bologna; Fransa’da Paris, Orléans, Toulouse, Montpellier; İngiltere’de Oxford ve Cambridge ve İspanya’da Salamanca Üniversiteleri sayılabilir. Ayrıca Almanya’da Heidelberg, Prag; Polonya’da Cracow; İskoçya’da St. Andrews; Portekiz’de Lizbon, Coimbra; Avusturya’da Viyana; İsviçre’de Basel, Uppsala; Danimarka’da Kopenhag Avrupa’nın geri kalan yerlerinde bir sonraki asırdan, 14. yüzyıldan bugüne kalabilmiş üniversiteler arasındadır.

Loncaların genel özellikleri arasında bulunan resmî kıyafetler, üniversitelerde hem öğrenciler hem de hocalar için geçerliydi. Ancak bu konuda da Avrupa’nın tamamını kapsayacak genellemeler yapmak zordur. Nitekim İtalya’da öğrencilerden “cappa” adı verilen siyah, uzun bir cüppe giymeleri istenmişken, Fransa’da öğrencilerin ruhban sınıfına mensup oldukları düşüncesiyle dini kıyafet giymeleri zorunluydu. Heildelberg’ de yine uzun cüppe geçerliyken, Cambridge’de günümüzde de varlığını koruyan farklı renk ve şekillerdeki amblemleri bulunan kıyafetleri giymek gerekiyordu. Hocaların resmî kıyafetleri ise yine renkleri farklılaşan kapüşonu ve süslemeleri olan cübbelerdi.
Gramer alanında Donatus ve Priscian; retorik derslerinde “sapkın kısımları atılmış” Cicero; mantık için yine sansürlenmiş Aristoteles, Boethius; matematik ve astronomi alanlarında Euclides, Batlamyus; din hukukunda Kitab-ı Mukkaddes’le birlikte Gratianus; seküler hukukta Justinianus’un Roma Hukuku ve tıp eğitiminde ise Hippokrates, Galen, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd ve Razi’nin metinleri okutulmuştur.

Budistler, Buda’nın vaazlarının Pali-Kanon adlı bir kitapta toplandığına ve 400 yıl kadar sözlü olarak nesilden nesile aktarıldığına inanırlar.

Tarihte Türk adının geçtiği runik alfabe ile yazılmış en eski Türkçe metin olarak bilinen Orhun Abideleri; 732’de dikilen Kültegin, 735’te dikilen Bilge Kağan ve 720-725 yıllarında dikilen Tonyukuk yazıtlarından oluşmaktadır.

Türk devlet düşüncesine paralel şekilde gelişen “bağımsız yaşama azmi”, Göktürkler ’de kitabelere kazınarak daimi bir öğreti haline getirilmiştir. Kağan, milletini düşünen, onun ekonomik ve sosyopolitik ihtiyaçlarını kapsayan toplumcu bir felsefeye uygun olarak eğitilmeliydi.
Başlıca iki tip Aztek Okulu vardı: Calmécac ve Telpochcalli.

Calmécac okullarında, asil ailelerin çocukları asker yahut din adamı olmak üzere eğitim alırdı. Tepochcalli ise halk için açılmış okullar olup müfredatında tarih, mitoloji, din dersleri yer almıştır. Ayrıca Azteklere ait kutsal törenler, ilahiler ve dinî müzik, okutulan konular arasındaydı.
Çocuklar için küttâb adıyla mektepler, büyükler için medrese, tekke, zaviye ve hangah adıyla eğitim kurumları oluşturuldu. Bu kurumlar, Arap Yarımadası’ndan başlayarak, Şam, Filistin, Irak, Mısır, Endülüs (İspanya), İran, Orta Asya, Anadolu ve Hind Yarımadası’na kadar uzandı. Bu kurumlarda insanlar din ve fen ilimlerini birlikte öğrendiler.
Hz. Peygamber devrinden beri okuma yazma veya Kurân-ı Kerim öğretilen okullara küttâb adı verildi. Mektep kelimesi, XIX. yüzyıldan itibaren geniş anlamda ve bugünkü okul karşılığında hemen hemen bütün eğitim kurumlarının başına getirilerek kullanıldı. Küçükler için olanlarına sıbyan mektebi adı verildi.
Hz. Peygamber, Bedir Savaşı’ndaki esirlerden her okuma yazma bileni bunu on Müslüman çocuğuna öğretmesi karşılığında serbest bıraktı. Medine’de tesis edilen okulda Hz. Peygamber’in Cebrail adındaki melek vasıtasıyla kendisine gelen vahiyleri yazdırdığı kâtiplerden Zeyd b. Sabit de okuma yazma öğrendi. Küttâb adı verilen bu okulda hür, köle veya azatlı çocukları birlikte öğrenim örürlerdi.
Emevî (661-750) ve Abbasî (750-1258) devirlerinde mektepler gelişerek devam etti. 723 yılında vefat eden Dahhâk b. Müzâhim’in Kûfe’de 3000 civarında çocuğun okuduğu büyük bir mektep inşa ettirip burada öğretmenlik yaptığı bilinmektedir. Emevî Valisi Haccâc b. Yûsuf Sekafî de gençliğinde Tâif’te öğretmen olarak çalışmıştır.
Dünyada ilk hukuk usulü kitabını (Hukuk metodolojisini) yine bu zamanda İmam-ı Şafi, Risale adıyla yazdı. İmam-ı Muhammed Şeybani, Siyeri Kebir kitabı ve bunun İmam-ı Serahsi tarafından yapılan şerhi ile devletler hukukunun; Maverdi ve Kadi Ebu Ya’la Ahkamu’s-Sultaniyye adlı eserleri ile amme hukukunun; Endülüs âlimlerinden Batruci bugünkü astronominin; Cabir bin Hayyan kimyanın; Harezmî de cebir ilimlerinin temelini kurdular.

Kaynaklarda medrese olarak anılan ilk eser, fakih ve muhaddis Ebû Bekir Sıbgî (ö.954) tarafından Nîşâbur’da kurulan dârüssünne dir. Hasan b. Ahmed Mahledî ve Muhammed b. Hüseyin Hasenî gibi hadis âlimlerinin imlâ/hadis yazdırma meclisleri düzenlediği bu dârüssünne de 1000 kadar öğrencinin ders yapabildiği belirtilmektedir.
Avrupa’da ilk tıp okulunun da kurucusu olan III. Abdurrahman (891-961) tarafından yaptırılan Kurtuba Medresesi, o dönemin öğretim kurumları arasında seçkin bir yere sahipti.
Endülüs Emevi halifesi II. Hakem (915-976)’in İskenderiye, Dimaşk ve Bağdat’a görevlendirdiği kişiler kitapçı dükkânlarını dolaşır, kitap satın alır veya istinsah ettirirdi. Kütüphanesinde toplanan eser sayısının 400.000’i aştığı rivayet edilir. Bu devirde Hristiyan Avrupa’da çoğunluğu kilise mensubu pek az kimse bazı bilgi kırıntılarına sahipken Endülüs’te hemen herkes okuma yazma biliyordu.

Bağdat’ta Hanefî fıkhına göre eğitim veren medreseler Meşhed-i Ebû Hanîfe, Terken Hatun ve Bâbüttâk medreseleridir. Şafi-î fıkhının okutulduğu medreselerin en önemlileri ise Nizâmiye, Tâciyye ve Kurâh Zafer medreseleridir. Bir müddet sonra bu iki mezhep aynı medresede eğitim vermeye başladı.

XII. yüzyılda Bağdat’ın doğusunda otuz kadar medrese ve bunlara ait vakıfların bulunduğu bilinmektedir.

Abbâsî Halifesi Müstansır-Billâh’ın kurduğu çeşitli medreseler arasında en önemlisi 1234’te hizmete açılan Mustansıriyye Medresesi’dir.

Öğrencilerin ileri seviyede olanlarına müntehi, orta seviyede bulunanlarına mutavassıt, yeni başlayanlarına da mübtedî deniyordu.
Memlükler dönemi medreselerinde görevlilerin durumu ve görevleri şöyleydi:

Hadis hocalarına muhaddis, şeyhü’l-hadîs ve şeyhü’r-rivâye deniyordu. Muhaddis bölgesindeki hadis şeyhlerini, onların doğum ve ölüm tarihlerini ve ilmî durumlarını bilirdi. şeyhü’r-rivâye muhaddislerin rivayet ettiği hadislerin lafızlarını tashih ederdi. Hafızlar, Kuran’ı ezberleyenlerin derslerini takiple görevliydi. Müfessir, Kurân-ı Kerim ayetlerini açıklar; müderris, talebeye ders anlatır; muîd, müderrise yardımcı olurdu. Müfîd, ders çalışmaları esnasında öğrencilere yardım eder; müntehî, tartışılan konularda araştırma yapardı. Kâtibü’l-gaybe, talebelerin devam durumunu izlerdi. Zâbitü’l-esmâ, öğrencilerin kaydıyla ve onların derse il-gisini takiple görevliydi. Muallimü’l-küttâb, küçük çocuklara İslâmiyet’in esaslarını öğretir, kas (kıssa anlatan) halka ibretli olay ve sözler nakleder, kariü’l-kerâ-sîde kas gibi bir görev yapardı. Vaiz, halka şiirler ve güzel sözlerle zühd, tevek-kül gibi konular hakkında vaaz verirdi.

Fıkıh ağırlıklı medreselerde müderris, geçici olarak medreseden ayrıldığında nâibü’l-müderris ona vekâlet ederdi. Nitekim Gazzâlî Dımaşk’a gitmek üzere Bağdat’tan çıktığı zaman kendisine kardeşi Ahmed Gazzâlî vekillik yapmıştır.

Kıraat hocaları da hadis hocaları gibi şeyh (şeyhü’l-kırâa) olarak adlandırılırdı. Ribât, zaviye ve hankahlar da ders verenlere şeyh denirdi. Medreselerde ayrıca nâsih, verrâk, musahhih, muarrid gibi yazı ve yazı malzemesinin sağlanmasıyla ilgili görevliler de bulunurdu.

Medreselerde okutulan aklî ilimler, Batı dünyasında büyük etki yapmış, Hristiyan din adamları ile diğer bazı kimseler buralardan aldıkları bilgileri memleketlerine taşımışlardı. Bu sayede Endülüslü İbn Rüşd’ün düşünceleri, Müslüman Doğu’dan çok Hristiyan Batı’yı etkilemiş ve burada doğan Averroisme cereyanı, kilise tahakkümünün ve skolastik anlayışın sarsılmasında önemli rol oynamıştı.
Bir meridyenin uzunluğunu da ilk defa Musul ve Diyarbakır arasında, Sincar Sahrasında Müslümanlar ölçmüşler ve bugünkü gibi bulmuşlardır.

Cebir ilmini Harezmî(780-850) kurmuştur. Bu ilmin adı Harezmî’nin Hisâbü’l-Cebr vel-Mukâbele kitâbından gelmektedir. Ayrıca logaritma, onar onar sayıp yazmak, her dokuzdan sonra rakamın sağına sıfır koyarak diğer bir onlar hanesi vücuda getirmek, yine Harezmî’nin buluşlarındandır.
Harezmî’nin eserleri matematik sahasında o kadar yayılmış ve kullanılmıştır ki, ismi bile çeşitli milletlerin dilinde “Alkhorismi/Algorisme/Augrisme” şekillerinde yazılıp söylenmiştir.

Sosyoloji ilmini ilk kuran İbn-i Haldun(1332-1406)’dur. Mukaddime isimli ansiklopedik eserinde ilimlerin her dalından bahseder ve yeni bir ilim olarak sosyolojiyi kurduğunu bu ilmin esaslarıyla birlikte anlatır. İbn Haldun, Montesqieu’dan dört yüzyıl, Tonybee’den de yaklaşık altı yüzyıl önce doğal çevre ile medeniyetler arasındaki ilişkiye dikkatimizi çekmiştir.
 Selçuklular devrinde hastanelere bimarhane, dârülşifâ veya mâristân adı verilirdi. Buralarda her çeşit hasta tedavi görürdü. Ancak Amasya dârülŞifâsı gibi bâzı hastanelerde ruh hastalarına daha çok sayıda yer verildiği ve bunların tedâvilerinde özel bazı metodların uygulandığı bilinmektedir. Anadolu’daki ilk önemli hastane Mardin’de Artukoğullarından Necmeddîn İlgâzi’nin kardeşi Eminüddîn tarafından yaptırılmıştır (1108-1132).
I. Murad’ın, ahilerin başı olduğu ve kendisinden Ahi Murad diye bahsedildiği de bilinmektedir. Osmanlı Devleti kuvvetlenip Anadolu’ya hâkim olduktan sonra, ahiler daha ziyade hayırsever bir cemiyet, bir esnaf teşkilatı şeklinde faaliyetlerini devam ettirdiler.
İlk Osmanlı medresesi 1331’de İznik’te eskiden manastır olan bir binanın Müderris Kayserili Davut’a verilmesiyle açılmıştır.
Sultan Beyazıt, kendi adına en çok medrese yaptıran padişahlardan biridir. İlk Darüşşifa ve ilk Darülkurra bu dönemde inşa edildi.

Medreselerin hemen yanında onlara talebe yetiştirecek daha alt düzey de sekiz medrese daha inşa edilmiştir ki bunlara da Tetimme medreseleri denir.

Müderrise yardımcı olan öğretim elemanına danişmend denirdi. Danişmendler hemen her bakımdan müderrislere yardımcı olurlardı. Bunlar da vakıftan maaş alırlardı.

Atamalarda en itibarlı yerler; İstanbul, Mekke, Medine, Bursa, Edirne, Halep, Şam, Kahire kadılıklarıydı. Dinî ve hukuki mesleklerde en üst noktalara gelenlere molla denirdi. Artık bu aşamadan sonra, İstanbul kadısı, defterdar, kazasker ya da ulemanın en üst rütbesi Şeyhülislâm olunabilirdi.

Medreseden başarıyla mezun olan her talebe, klasik Arapça metinleri rahatlıkla okur, anlar ve oradan hükümler çıkarabilir hatta eserini bu dilde yazabilirdi. Dil öğretimi Türkçe yapılırdı. Dolayısıyla medresede öğretim dili Arapça değil, Türkçe idi.

Medrese talebeleri üç aylarda (Recep, Şa’ban, Ramazan) ya kendi memleketlerine ya da belirledikleri bir başka yere tatile/hizmete giderlerdi. Burada üç ay boyunca temel dinî hizmetleri görürler, halk ile iletişime geçerler, öğrendiklerini aktarırlardı. Bu usule cerre çıkmak denirdi.



Yorumlar

BELGESELLER

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eğitim Tarihi özetleri

Tarihi Coğrafya

Modern Ortadoğu tarihi özetleri